Pages

Ads 468x60px

Featured Posts

25 Nisan 2017 Salı

UYKU KAÇIRAN

UYKU KAÇIRAN
-                                     -Efendim?
-                                     - Alo, Bilge?
-                                     -Gecenin bu saatinde kimsin?
-                                     -Beni affet Bilge. Seni çok özledim. Dayanamadım, aradım…
-                                     -Tufan? Tufan ne istiyorsun lan bu saatte Allah’ın cezası, delirdin mi?
-                                      -Yok, biraz içtim sadece.

Telefonu Tufan’ın yüzüne kapattım. Uykumun en derin ve tatlı yerinde uyandırılmaktan nefret ediyorum. Özellikle bunu yapan eski bir sesse daha çok nefret ediyorum. Fakat eskittiğim bu ses insana saat kaç olursa olsun güzelliklerden çok kırgınlık hatırlatıyorsa daha bir haklı hissediyorum kendimi.
Yorganı başıma çekip uykuma dönüyorum. Bir süre karanlığa paralel sürüklenip, gözlerimi kapatınca aklımda eski filmler oynamaya başlıyor. Sansürsüz ve acımasız olan bu anılarla birlikte uykuya veda ediyorum. Karanlığın içinde varlığımı doğrultuyorum. Kedim Leo da bana noluyor bakışlarıyla bakarak siyahlığı biraz renklendiriyor. Solumdaki pencereye doğru bakarak gecenin içinde yitip giden anlara kulak kabartıyorum.
Yağmur yağmış ben uyurken. Bir  yerlere bazı hikayeleri taşıyan taksilerin çıkardığı ıslak sesten anlıyorum bunu. Ay ışığını çift kişilik yataklarda tek kişilik yaşayanlar için biraz kısmış ışığını. Malum yarın mesai var. Doğa ana’nın tüm iyi niyetiyle yarattığı bu atmosfere rağmen uykum kaçtı. Tufan uykumun içine etti. Aylar sonra bile hala bir telefonla hayatımda bir şeyleri kırıp dökebiliyor, pes!
İlişkinin başında, aslında tüm ilişkilerimin başında her şey ne kibar oysa. Bir eve ilk kez girildiğinde eşyalara özenle dokunup onları kırmamaya çalışmadaki o ince düşünce sonrasında hayallerle sirtakiye dönüyor. Aman beni iyi bilsin diye giyinilen takdire şayan duygu kıyafetleri, bir zaman sonra kırış kırış olup rengi atıyor, yer bezi bile olamadan unutuluyor. Ben hep karşı tarafın isteklerine önem veririm diyerek yaratılan “ ben gerçekten farklıyım” karakteri de hikayenin sonunda muhakkak ölüyor. İnsan başını düşünüce “olsa da sevsek”, sonrasını düşününce “oh be!” Diyor.
Büyü muhakkak bir yerlerde bozuluyor. Bozuyorum. İlk öpüşmede mi bozuluyor yoksa ilk birleşmede mi bilmiyorum. İstisnasız bitiyor. Elim yanlış  bir yere mi çarpıyor, dilim olmadık bir kelimeyle tüm havayı mı bozuyor yoksa saat on iki oluyor da prens bir hıyara mı dönüşüyor hiçbir fikrim yok. Anlamıyorum. Sıkılıyorum.
Tufan’dan önce olduğu gibi sonrasında da “ artık son, ilişkilere tövbe” dedim. Cenabetlik mi bende yoksa hepimiz mi aynı filmi çekiyoruz buna da bir şey diyemiyorum.
Bunları Leo’ya anlatırken bir yandan da kendimin çözümlemesini yapıyorum. Gece olunca insanın kendini daha bir temize çekesi gelmez mi zaten hep?
Kucağıma uzanan Leo’nun yumuşak tüyleriyle biraz olsun dağılıyor fikirler. Sakinleştim. Tufan ve diğer tüm herifleri de arka odalara kilitliyorum. Yataktan doğrulup, mutfaktan bir bardak su içip tekrar sıcaklığıma dönüyorum. Leo ayak ucumda kendine bir yer buluyor. Geleceğe dair yeni planlarımı yapıp, kararlar alırken uyuya kalacağım muhtemelen ve tüm bu güzel kararları sabah telaşında hatırlamayacağım bile…
-                       -İyi geceler Leo
-                       -Mrrrrrrrr…..
Şaban SARI

0417.UYKU KAÇIRAN
-      

20 Şubat 2017 Pazartesi

İHBAR NO #1

                






İHBAR NO #1

Boğuyorlar beni Çiçek Hanım!
Anlayışsız rüyaların içinde
üstelik çıplağım, benden eser yok üzerimde.
Hangi yalan bir gerçeğin izini taşıyorsa
ben de o kadarım kendimde işte.

Beni boğuyorlar Çiçek Hanım!
Pişman bir ölüm gibi yaşamak ardında.
Bakıp bakıp odası olmayan aynalara da
seni, gençliğimin deli dolu haykırışlarını göremiyorum.
Adresini şaşırmış bir mektup gibi
dolaşıp duruyorum devlet dairelerinde.

Çiçek Hanım beni boğuyorlar!
Dünyaya hapsolmuş keşfedilmemiş bir gezegenden gelmiştim.
Suçum muçum yok, sarhoştum.
Kendimden düşüverdim geleceğinize
Gölgesiz  bir gecede.
adım dudaklarınızdan, anım hafızanızdan siliniyor
sırf bir ada bir hayata yer açmak için.
Bense şimdi ölmekte olan yaralı asker gibi
Vatanıma dair umutlarıma ağlıyorum.


Beni Çiçek  Hanım boğuyorlar!
Ellerimi kullanıyorlar kendi üzerimde,
Cümlelere batırıp batırıp çıkartıyorlar.
Gülüyorlar bana, bembeyaz boşluğun içinde sarı kahkahalarla
Ben biliyorum bu bir cinnet.
Bilmediğimdir ki
Bu beyaz gelinliğin ortasındaki kan kimin?
                İlk heyecanında kendini unutmuş
                Bir delinin çığlığı mıydı o
                Yoksa
                Zihnimin kuraklığında aç kalmış bir tilki ağlaması mı?


Beni boğuyorlar Çiçek Hanım!
Neredesiniz!


               Şaban SARI 


21 Aralık 2016 Çarşamba

TESADÜF İNSANLARI

TESADÜF İNSANLARI
-Bir kez yelkenimiz yırtıldı diye, yeniden denize açılmayacak değiliz.
Geceyi taşıyan sarhoş yüzlerimizdeki yorgunluğun oluşturduğu sessizliği bu cümleyle bozdum. Kendi kendime dalıp gittiğim derin düşüncelerden çıkardığım bu lafla bir süre sessizliğine hareketsizlik de ekledi. Alkolün karıncalandırdığı kafalarda yankılanan bu cümleyle hep birlikte kendince düşüncelere daldık.
-Haklısın be abi, diyen Metin’in sesiyle hepimiz yeniden zamana geri döndük. Metin tüm uyuşukluğa rağmen bunu çok sakin söylemişti. Hepimiz onu bakışlarımızla daha fazla açıklama yapması konusunda baskı altına almıştık.
-Tabi öyle. Bir düşünsenize  bizi bu masada buluşturan sebepler her ne olursa olsun yılmadan girdiğimiz yollar değilse nedir? Eğer ilk kaybedişimizde oturup “ben oynamıyorum hayat” diye pes etseydik, gelişine bir yaşam sürerek hayatın sunduklarıyla yetinseydik hangimiz şuan burada oturuyor olurdu? Bırakın burada oturmayı hangimiz şuan olduğu insan olurdu?
Metin cümlelerini tamamladıktan sonra kafası karışmış bakışlarla herkes önce birbirine baktı. Masada Metin ve benden başka bir de Aylin, Fatma ve Halil vardı.
-Ne yani şimdi bizim burada olmamızın sebebi kaybedişlerimiz mi? Diye sordu Fatma.
-olabilir bunu bilemeyiz. diye cevapladım.
-bazen öyle olur bilirsiniz. Bir karar verir ve o kararın gösterdiği yolda ilerlemeye başlarız. Yolun sonunu bilemediğimiz gibi yolda karşımıza nelerin çıkacağından da asla emin olamayız. Geri de dönemeyiz artık. Kazandığımızı da kaybettiğimizi de o an anlayamıyoruz. “Kazandım!” diye bitirdiğimiz her an sonra kaybedişe dönebiliyor. Yada tam tersi olabiliyor. Bizi biz yapan bu hatıralar esnasında en ufak zorlukta vazgeçseydik ve her şeyi çantamıza koyup yaşamaktan vazgeçseydik 5 kişiden kaçı bu kavşakta şuan bu zamanı yaşıyor olurdu? Hayat sayısız mümkünatın olasılıklarının gerçekleşmesi kadar. Bu saatte bizi bu hikayeye bağlayan tüm kaybedişlerimize!
Kadehimi masanın ortasında kaldırdım. Kelimelerimi akıl süzgecinden geçiren herkes kadehini benim kadehimin yanında buluşturdu. Öpüşen bardakların çıkardığı sesi bizim dublelerimizi bitirince masaya vurduğumuz sesler tamamladı.
Rakılar tazelendi. Aylin yeni bir şarkı açıyor telefonundan. Mezelere batıp çıkan çatallar kaşıklar ağızdaki anason tadını bastırıyor. Metin’in yaktığı sigarayı gören Fatma da sigarasını uzatınca Metin onu da yakıyor. Halil peynirler uğraşırken ben boşlukta düşüncelerimi izliyorum.
-Hayat çok garip lan.  Yanında duracağımıza söz verdiğimiz kimse şuan yanımızda değil, hararetle savunduğumuz hiç bir fikre şuan ilgi duymuyoruz, geçmişten ve gelecekten hiç bir beklentimiz kalmamış. Biz bu devrin afilli kaybedenleri olmuşuz, ağlayanımız yok. O zaman bu gece hepimiz en fiyakalı kaybedişimizden bahsedelim de bizi burada buluşturan tesadüfler zincirinin en azından birer halkasını daha dostluğumuzun tarihçesine yazalım.
Masadaki sessizliği yelleyip küllenen sohbete biraz odunla gitmiş olabilirim şuan. Benzer hayatlardan sonra hepimizin birbiriyle tanışma hikayesi biraz garip aslında. Bu tanışma hikayelerinden bile ayrı birer rakı sofrası muhabbeti olur. Başta birbirinden hiç hazetmeyip şimdi sırdaş olanlarımız, başta ilkgörüşte aşkla içinde tuttuğu duyguları hiç açamadan daha iyi arkadaş olacağına inanıp dost olanlarımız, iş arkadaşları, üniversiteden tanıdıklar... Hepimiz birbirimize hayatın tesadüf iplikleriyle bağlıydık. Aramızdaki en yeni üyenin bile bizimle olması süresi 5 yıldan az değildi. Tesadüften bir ağın içinde sımsıkı birbirimize bağlıydık. Hepimiz az çok birbirimizin hikayesini biliyorduk ama belki bu sofraya özel bir anı çıkar, rakı masasında konuşulanın rakı masasında kalma ilkesine güvenip içindeki ağırlığı masaya pay edecek biri çıkar diye ve biraz da sessizlikten hazetmediğimden sormuştum bu soruyu...
Herkes kendi hayat hikayesinin içinde kaybolmuş. Kaybedişlerinin fragmanlarını gözden geçiriyordu. Anlatmaya değer bir hikaye arıyordu. Oysa aklımıza ilk gelen bizi en çok üzen ve en fiyakalı kaybedişimizdir, her zaman.
-Bir kadın vardı. diye düşüncelerimizi bölüyor Halil. 
-Düşünüyorum da 6-7 sene geçmiş üstünden ama hala aklıma ilk gelen kaybedişim bu. Güzel kaybetmiştim be! Diyerek gülüşünü rakıyla besliyor.
-üniversitenin ne olduğunu öğrendiğimiz yıllar... Küçük şehirden büyük şehre gelmiş çocuk korkusunu üzerimden gitmiş, ilişkilere dair kendime dair yeni keşiflerim tamamlanmış artık ilişkileri geliştirmeye yönelmiş, freni boşalmış kamyon gibi o duygudan o duyguya atladığım zamanların yerini biraz daha sakin ne istediğini bilen bir ben almış gibiydi. En azından o zamanlar aynaya baktığımda gördüğüm Halil buydu. Yoksa beni bilirsiniz hala şu hayatta ne bok yediğimi ben de bilmiyorum.
-Hayatta tutkuyla bağlı olup sıkılmadan yapabildiğim nadir uğraşlarımdan  birisinin kitaplar olduğunu bilmeyeniniz yok.
                Haklıydı. Aramızda en çok o okur, sohbetlerde şu yazar da bunu demiş bu da şunu söylemiş diye muhabbetimize çeşit katar, hepimize okumamız gereken kitapları tavsiyelerde bulunurdu. İçinde deli dolu olan ama dışarıdan baktığınızda kendi halinde olan biriydi Halil. Küçük çaplı bir şirketin muhasebe işlerini yürüten orta sınıf bir vatandaş işte.
-Devlet kredisinin tükendiği benim kitap krizimin tuttuğu günlerdi. Bir kaç defadır adını duyduğum bir kitabı okumayı kafaya koymuşum. Normalde kitaplığımda isteyeceğim bir kitap ama parasız olduğum için ay sonlarında gittiğim okulun kütüphanesine gittim. Bilgisayarlardan kitabın rafını belirleyip üst katlara doğru çıktım. Kitap yerinde yoktu. Görevliye sordum, kitabın henüz iade edilmediğini söyledi. Yarın iade günüymüş. İyi deyip bir başka kitap alıp kütüphaneden ayrıldım.
Ertesi gün takıntımın peşinden kütüphaye erkenden gittim. Danışmadaki koltuklardan birinde oturup dün aldığım kitabı okurken bir yandan da kapıdan girenleri gözetliyorum. Amacım kitabı alıp biraz olsun rahatlamak. Bir saaate yakın oturmuştum. Tam kalkıp gidecekken içeri  bir kadın girdi. Kahve gözleriyle etrafı süzen ve süzdüğü yerlerde sarı saçlarıyla dalgalı bir hava bırakan bir kadın. Sağ elinde tuttuğu kitabı tanıdım. Kitapları kapaklarından tanımak gibi saçma bir becerim vardı. Kitabı bitirdikten sonra aydınlanmış bir huzurla bankoya yürüdü ve kitabı iade etmek istediğini belirtti. Ben de hemen arkasından gidip bankonun üzerinde duran kitabı aldım. Kadın şaşırdı. Durumu açıkladım. Umursamaz bir “ anladım” dedi. O kitabı teslim edip kütüphaneden ayrılırken ben hemen kitabı adıma kaydettirip arkasından çıktım. “ pardon bakar mısınız” diye ardından seslendim. Sarı saçlarını savurarak deniz gözlerini bana çevirdi. Cevap vermedi. Bir süredir bu kitap hakkında yorumlarla karşılaşıyorum ve merak ettiğim bir kitap. Acaba vaktiniz var mı,  bi yerlerde bir çay içerek konuşsak “ dedim.
-Tarihteki en klişe numara diyerek Halil’i böldü Aylin. Siz erkekler başka bir yol bilmez misiniz? Tanışmaya giden yol çaydan mı geçer acaba?
Halil aylin’e sert bir bakış attı. Aylin cevabını aldı sanırım.
-Bir numara peşinde değildim. Evet kadından etkilenmiştim ama ben şuan en büyük tutkum kitabı diğer tutkum kadınlara tercih ediyorum. Okulun cafesinde bir masaya oturduk. Teklifimi kabul etmesi bile beni mutlu etmeye yetmişti.  Sadık Hidayet’in Kör Baykuşu’na buradan minnet sunuyorum. Kitabın içeriğinden, onda bıraktığı etkiden başlayarak ona dair başka bilgilerle sohbetimiz durmaksızın ilerliyordu. Yaşıttık. O felsefe öğrencisiydi. Ailesiyle yaşıyordu ve Ankara’yı çok seviyordu. Bana belli vakitlerde olan bazı sahafçı toplantılarından ve yerlerinden, mezatlardan bahsetti. Kitaba dair bilgileri sadece yazar eser eşleşmesinden ibaret değildi. Gözlerinin mavisinde bana ait bir huy görüyor, ve içinde kayboluyordum. Hala en büyük heyecanlarım ortak bir sevinçle sevdiğim yazarın kitabına dair yapabildiğim sohbetler oluyor. O zamanlar instagram falan olmadığı için kitaplar yalnızca kahvelerin yanında duran biblolar değillerdi. Şeyma da sadece merak ettiğim bir kitabı okumuş insanlardan biriydi. En azından başta öyleydi.  Birinden telefon numarası istemez, hatta insanlarla iletişim konusunda amaçlarımın dışında başarısız bile sayılabilirdim.  O gün oradan sonra iki ayrı kaderin ortasında vedalaşarak ayrı yönlere doğru gittik. Fakat o gün çok hızlı geçti, okul bitti  eve gittim. Mal gibi yatağa uzanıp sesini, gülüşünü, saçlarının havasını ve geleceği düşündüm.  İnandığım şeyler çok sınırlıydı ve aşk bunlar arasında  yoktu. Sevdiğim bir şeye ilgi duyan birine karşı arzu. Evet tam olarak bu duyguyu şuan böyle açıklayabilirim.

Aylin yine bir şey diyecek gibi oldu. Fakat Halil’in hatıralarının kapısı açılıp hızla dışarı çıkan anılar onu susturdu.

-Sanırım o günden sonra okula her gün acaba tekrar karşılaşabilecek miyiz umuduyla okula gittim. Kendime kızıyordum nolsa alışkanlıklarımın dışına çıkarak azıcık yanlış anlaşılsaydım da numarasını alsaydım. Yine de bir insanı yeterince düşünüp ve görmek istersem karşılaşmak gibi garip bir becerim olduğu için hem etrafıma çok dikkatli bakıyor hem de içimden kendimçe dualar ediyordum.
Her hatıranın acısı yeni bir hatıra bulana kadar sürer. Yeterince süre geçince her acı her umut kaybolur gider. Biz şeymayla artık yalnızca iki tesadüf insanıydık. İki üç ay geçmişti üzerinden. Ben avare avare kampüste dolaşmaya, çimlerde kitap okumaya, derslerde hiç bir zaman kullanmayacağım bilgileri öğrenmeye devam ediyordum. Şeyma’nın hatırası eskisi kadar aklımda durmuyordu.

Kusura bakmayın sizi de  kendimle boğuyorum ama yıllar sonra konuşmak ve unuttum sandığım şeylerin yerinde olduğunu bilmek çenemi düşürdü.

Herkes sorun yok dercesine kadehlerini kaldırdı. Herkesin buna benzer bir anısının da olduğu aşikardı.
-Sonra noldu ?Diye sordum
-Sonra ne mi oldu. Sonra hiç bir şey olmadı. 7 sene geçti. Bir keresinde yağmurlu bir günde okuldan çıkıp dolmuşa binip eve gitmek için koşuyordum. Kaldırımda dolmuş bekleyen bir kadın ve bir erkek vardı. Bir an gözlerim şeyma’yı görmüş gibiydi. Ama yetişmem gereken dolmuş  nedeniyle elindeki şemsiyesinin üzerinden atlayıp dolmuşa bindim. Ardıma baktım ama emin olamadım. Geçen 7 senedeki Şeyma’ya en yakın olduğum an o oldu. Soyadını bilmediğim için onu hiç bulamadım. Bölümüne gidip de arayacak gücü kendimde bulamadım. Onun bu kadar vazgeçilmez olduğunu hiç düşünmemiştim çünkü. Şimdi olsa bölümün önünde yatardım. Ama artık çok geç...
Halil’in gözleri loş ışıkta bile nemli bir şekilde parlıyordu.
Hiç birimiz ne oldu diye sormaya cesaret edemiyorduk. O biraz kendini toplayınca devam etti:
-Geçen ayki patlamayı biliyorsunuz. Görevden dönen özel harekat polislerinin servisinin geçişi sırasında kendini patlatan canlı bomba nedeniyle 10 polis hayatını kaybetmişti hani? 10 da sadece resmi bir rakam gerçeği daima büyüklerimiz bilecek.
-Diyarbakır’da olan mı?
-O gün Diyarbakırdı evet yarın neresi olur kim bilir? Neyse çok haber okuyan biri olmasam da twitterda bir resme denk gelmiştim. Bir insanı daima gözlerinden tanırım. Bakışlar asla değişmezler. İçimde bir sıkışma olup acaba mı dedim? Fotoğrafta soyismi yazan polis memurunun adını hemen sosyal medyada aradım. Ve evet karşımdaydı. 7 senedir karşılaşmayı bekledğim kadın artık yalnızca vesikalık bir fotoğraf ve bir rakamdı. “vatan sağolsun”du. “şehitler ölmez vatan bölünmez” di.  Ne olduğu bu savaşın kimin savaşı olduğu sikimde bile değildi. İnsan insana bunu yapmazdı. Tüm düşünceler, ideolojiler , siyasiler , hiç bir ırk  bunların hiç biri bir insandan daha değerli olamazdı. Kaybedilebilir olarak görülecek hayat değildi. Şeyma felsefeyi bitirmemişti. Halbuki ne kadar da severdi bölümünü. İşsiz kalacağını bildiği için akademinin açtığı sınavlara girip polis olmuş be abi. Sokayım böyle düzene ulan. Tesadüfen tanıştığım bir insanı yine tesadüfen bulmuştum. Ve sonsuza dek büyük midelerin şişmesi uğruna kaybetmiştim.
Cenazesine gittim abi. Yıllardır adını aklımda taşıdığım kadın için bunu yapabilirdim en azından. Kocatepe’de Şeyma’nın sevenlerinden çok koruma ve koruma sayısının yarısından bile  az takım elbiseli vardı.   Milletimizin ölümlerin ardından yalnızca bir fatiha kadar yas tutması, ses çıkarmaması ve bu insanların şovlarına izin vermesi kadar öfkelendiğim çok az an hatırlıyorum. Tam o esnasa tabutun başında minik bir kız çocuğu tabuta boş gözlerle bakıyordu. Ne olduğunun farkında olduğundan bile şüpheliydim. Polis üniformalı biri gelip  kıza sarıldı bir süre. Hıçkırıklarının sesi bana kadar ulaşıyordu. “ Annem nerde baba” diye soran kız çocuğuna bir kez daha sarıldı aynı adam. Şeymanın eşi ve çocuğuydu abi o tabutun başındakiler. En azından bir süre hayatın en mutlu annesi ve eşi olduğunu bilmiş olmak içimi rahatlatmıştı. Ama be abi şimdi o kıza kim kitabı sevdirecek gerçekleri anlatacaktı. Şeyma niçin ölmüştü ve yarın aynı nedensizlikte babasıda ölebilirdi. Usulsa herkesin arasından sıyrılarak üç adım ötelerine kadar ulaştım. Hiç bir şey diyemedim. Bir kez eşiyle göz  göze geldik, gözlerimi kaçırdım. İmam hakkımızı helal edip etmediğimizi sorduğunda hepimiz helal ettik, peki ya o bize hakkını helal ediyor muydu?
Ölümün bu kadar yakınımızda yaşıyor olması çok canıma dokunuyor. Hepimiz tercihlerimizle buralara geldik, tesadüfen tanıştık, kaynaştık adı her neyse bir şekilde ortak yaşamlarımızı paylaşıyoruz. Ama ölüm, her an her yerde karşılaşabileceğimiz bir ölümü böyle kim olduğu ne olduğu ne uğruna patladığı belli olmayan haybeden bir şekilde kimse kabul etmemeli....

Herkes bu kaybedişin üzerine uzun bir sessizliğe tekrar büründü. Kaybetmek yalnız aşılan bir tecrübeydi. Hepimiz halil’in bu tecrübeyi tekrar unutması için ona yeterince zaman ve rakı verdik. Ancak yırtılan yelkenle yeniden denize açılsak bile yelkenimizde daima kocaman bir yama izi bize her şeyi hatırlatacaktır.
       
Tesadüfen oturduğumuz şu masadaki herkes yarın yanımızda olmayabilir. Bunu bilerek hepsine “iyi ki varsınız lan” diyerek kadehimi kaldırdım ve ortama son bir noktayı koyduk içtiğimiz kederlerimizle.


Şaban SARI aralık16

20 Aralık 2016 Salı

SIRADAKİ DURAK

yoldayken #2

SIRADAKİ DURAK
Kapı kapanma sinyalini duyduğumda merdivenlerdeydim. Yanımdan uçarcasına koşan delikanlı da kapıyı zorlayıp açmayı başaramayınca etrafına başarısızlık bakışları atan kadın da benim gibi bir sonraki metroyu bekleyecekler. Okuldan çıkmış uzun zamandır görüşmek için fırsat kolladığım bir dostumla buluşmaya gidiyordum. Geç kalmıştım üstelik. O çoktan bir mekâna oturmuş bana mekânı konum olarak atmıştı bile. Geç kaldığım bir yer varken bile sakin bir şekilde merdivenleri bitirip devletin üzerinden sorumluluğu atmak için koyduğu emniyet çizgisinin tam önünde beklemeye başladım.
Uçan genç ve başarısızlık bakışlarını sabırsızlık bakışlarına çevirmiş kadınla birlikte birkaç kişi daha var bekleyen. Ve merdivenlerden inenler. Herkesin telaşlı bir hali var. İnsanların her zaman acele işleri varmışçasına bir yerlere yetişme çabasını anlayamıyorum. Tüm imkânları ısrarlı bir şekilde olmayacak şekillere doğru sürükleyerek bunu neden yapıyorlar, yapıyoruz… 5 dakikalık bekleme süresinde gelecekte neyi kaybetmekten korkuyor olabiliriz ki?
      Karanlığın içinde, önce sesi sonra bir yılan gibi uzayarak sıralanan vagonlarıyla metro göründü. Herkes daldığı düşünceleri ve geleceğe götüreceği telaşı toparlayıp kapıların açılmasının sabırsızlığının içine girdi. Birkaç saniye daha kaybetmeye tahammülü olmayanlar kapının denk geleceği yerlere ilerledi. Ben emniyet şeridinde sabitim hala.  Kapılar açılır açılmaz hızlı bir değiş tokuş başlıyor. İnenlere öncelik verme kuralından ve kibarlığından bir haber olan çoğunluk yüzünden binenlerin telaşı inenlerin sabırsızlığına baskın geliyor. Bir karmaşa oluşuyor. İnenlerden alınan küfürlü bakışlar, belki bir destekçisi olur ve sesi çıkar diye “cık cık cık” layanlar binenlerin umurunda olmuyor bile. Önce binenler ya da oturacak bir yer bulanlarla ötekiler farklı zamanlarda varacakları yere varacakmış gibi sanki. Anlamak güç…
    Kapı kapanma sinyalinin ardında kalanları bırakarak hareket etmeye başlıyor metro. Ayaktayım. Zaten iki durak sonra ineceğim. Tüm koltuklar dolu birkaç da benim gibi ayakta olan genç var ama günün yoğun saatlerinde olmadığımız için balık istifi vagonlardan değil. Hala oksijen solunumu yapılabiliyor en azından. Telefon ekranlarına gömülen bakışlar, dışarıya kulaklık yardımıyla kapatılan kulaklar, birbirlerini beğenen bakışlarla süzen beklentiler, uyuklayan yaşlılar, bir şeyler okuyanlar, kendini boşluk moduna almışlardan oluşan bir hayli karışık bir topluluk gözlemliyorum. Farklı hayatlar, tek bir Tanrı tablosuna sıkışmış ve bambaşka düşünceleri yaşıyorlar. Bir olay içinde ne kadar şahide sahipse o kadar farklı gerçekliğe mi sahip oluyor acaba? Bu yolculuk beni belki de bambaşka bir geleceğe taşırken iyi anlamda, bir ötekini ölüme kadar götücek bir tecrübe belki de. Hayatın güzelliği de bu farklılıkta kendine bir rol bulup onu oynayarak vakit geçirmek galiba…
      Çantamdan popüler ve bilindik bir tarza sahip dergilerden birini çıkartıyorum. Konsantre edebiyat olarak gördüğüm işler. Bir avuç insanın tekelinde adları ve puntoları değişen dergilerde yazan bu güruhun meramlarını merak ettiğimden değil, hızlı yaşamımızda tüketimi çabuk olduğu ve ortamlarda mal gibi sırıtmamak için okuyorum daha çok bunları.
            Adını anmaktan kaçınacağım fena tahlilleri olmayan bir yazarın yazısını okuyorum. İnsanların egoları altında ezilişine ve ezilmenin baskısıyla ilginç bir şekilde artan kendilerini olduğundan yukarıda görme durumuna dair bir yazı.
     Temel bir sorun aslında bu. Yıllarca istikrarlı bir şekilde kaybedip bir şanslı günde kazandığımızda bir raundu hemen güç zehirlenmesine yakalanıyoruz. Yılların kaybetmişliğinin verdiği öfke, hayal kırıklığı ve nefret patlamasıyla elimizdeki gücü, hemen en yakınımızda kullanmaya başlıyoruz. Yaşadığımız yeri mahalleyi küçülttürüyoruz önce gözümüzde. Tabiri caizse çıktığımız, kaybederken kırdığımız kabuğu artık beğenmiyoruz. Belki de temiz bir başlangıç için, kazanmanın tadını unutmadan kaybedişin ağrılarını unutmak için ardımızı özümüzü temizlemeye başlıyoruz. Ben en azından böyleydim. Çevremdeki gelip geçen arkadaşlarım da bu tarza uyan insanlardı. Balon gibi şişirdiğimiz kazanmış egolarımızın patlamasının an meselesi olduğunun farkında değiliz. Buna rağmen yine de kibirli havalarımızdan ödün vermiyoruz üstelik. Ruhumuzu amaçsızca ve nedensiz bir şekilde yalnızlık kalabalığının içine bırakıp kaçacağımız güne yaklaştıkça yaklaşıyoruz.
          Kelimelerde ilerlerken, bir yandan aklım toplumdaki bu çözülüşün nedenlerini düşünüyorum. Ortak hiçbir paydamız yok ve olabildiğine duvarlarımızı yükseltiyoruz ötekine karşı. Hoşgörüyü, samimiyeti geçtim empatiye bile yer yok. Bize yapılmasını istemediğimiz her şeyi bize yapılır nasılsa korkusuyla başkalarına yapmaktan bir an bile çekinmiyoruz.
            Sıradaki istasyon anonsunu yapan mekanik ses düşüncelerim dağılıp, gözlerim dergiden kalabalığa doğru kayıyor. Binenlerin inenlere hoşgörüsüzlüğü, sandalye kapma yarışı gibi yine aynı senaryo farklı kafalarda yaşanıyor. Yabancılarla dolu bir vagonda ve herkes kendi sınırları içerisinde mevzilenmiş. Cepheyi süzen bakışları takip ediyorum savaş alanında yolunu kaybeden bir kuş gibi. Bir kızı süzen oğlan, çocuğuna bir şeyler anlatmaya çalışan anne, uyuklayan amca, ayakta kaldığına içerleyip genç simalara ayıplayan bakışlarla mesajlar ileten teyze, güzelliğinin farkında ama dünya umurumda değil tavırlarındaki kız… konuşan sohbet eden kimse yok ama. Bir süre boşluğa paralel bakıp benim yada birkaç meraklı gözle boşlukları rahatsız edilince bir başka noktaya odaklanan sessizlikler yığını herkes. Kendi sınırları içerisinde aynı zamanı tüketen bir grup yabancı. Rönesans tablosu gibi bir anlam var ortada keşfedilmeyi bekleyen. Oysa isterdim ki aynı derginin aynı sayfasını okuyan iki tesadüf olarak konuşabilelim, gülelim boşluğa somurtmak yerine. Olması gereken iyi şeylerin yalnızca içimizde bir ütopya olmamasını dilerdim.
            Teknolojiye paralel gelişen bir iletişim kıtlığında dediğim gibi konsantre edebiyata, hayal ettiğimiz yaşamı yaşayanların fotoğraflarına odaklı yaşıyoruz, o kadar. Teknolojik imkanlar eşiğinde tembelliğimizde bir arpa boyu yol alacak güç yok. Dokunmadan, işitmeden ve hiç yaşayamadan geçip giden zamanın uçsuz bucaksız imkanlarını birkaç inçlik ekranlara sokuşturmak da nereye kadar taşıyacak ruhumuzu. İki duraklık yolculuğum isyan fikirlerine dönüştü, tehlikeli bir hal almaya başladılar. Susmakta yarar var…
            Tüm sırlarımızı, sevdiğimizi, eleştirdiğimizi döküyoruz vitrinimize. Neden? Anlaşılmak için. Ben konuşmayayım ama bakın işte elimdekiler  beni bunlardan anlayın. Sessiz bir filmi izleyerek ne kadar anlaşılırsa o kadar anlayın. Eksik olsa da yeter anla beni ey insan, der gibiyiz. Toplumdan alınacak birkaç yüzlük onay beni anlaşılma tokluğuna ulaştıracak mı ey Tanrım. Bilmiyorum.Aklım almıyor. Düşüncelerime küçük geliyor konuştuklarım. Yaşama sığmıyor hayaller. 
            Aynı mekanik ses beni geleceğim yere varmak üzere olduğumuz konusunda uyarınca dergiyi çantama, aklımdaki fikirleri yeniden karanlık bir köşeye atıyorum. Tren duruyor. Kapılar açılır açılmaz benzer bir senaryo… Ah…  Tenha bir boşluk anında sakince iniyorum. Treni içindeki gelecek ihtimalleriyle karanlığa uğurlarken ben aydınlığa doğru çıkan bir merdivene biniyorum.  Yürüyen merdiven yerine normal merdivenleri kullanırken, kapı kapanma sinyalinden önce koltuğa kavuşmak isteyen birinin omzuyla sarsılıp “pardon” diyorum.  Cevap gelmiyor tabiki. Ben yoluma devam ediyorum.  Bu toplumun hiçbir yerine tutunamayacağımdan adım gibi emin bir şekilde geç kaldığım randevuma aheste aheste gidiyorum. İçine sıkışıp kaldığım, ne onun gibi olduğum ne de ondan ayrılabildiğim tanıdık kalabalığında içinde bende sıradanlaşıp gidiyorum.
Şaban SARI *101116*

16 Kasım 2016 Çarşamba

YAŞADIĞINI ANLAMAK

YAŞADIĞINI ANLAMAK

                Otobüs gün batımı boyunca ilerliyor. Kış henüz tam anlamıyla bastırmamış, yalnızca yüksek dağların tepelerini beyaz bir perde örtmüş. Soğuklarla ağır ağır tepeden eteklere doğru gelirken kış, henüz yollar açık. Otogara girmemize 40 km den az kalmış olmalı. Bazı şeyler asla değişmiyor, seneler sonra bile hem de. İki şehrin arasındaki mesafe hep sabit. Her şeyin değiştiği zamanlarda bile bu aynı. Şehirlerin arasındaki tüm gökyüzü, hatıralar değişiyor mesela. Yol zamana dayanıyor ama insan dayanamıyor zamana. Zaman insanı hep biraz daha farklı kılıyor. Geçen şu altı saat bile beni bambaşka hayatlarımı düşünecek kadar etkiledi. Büyük bir şehirde yaşam telaşında unuttuğum tüm hatıralar, çocukluğumun gökyüzüne  yaklaştıkça yeniden sandıktan çıkıp aklıma geliverdiler. Okumaya diye çıktığım eve, okumuş olarak dönüyorum. Hissettiğim bu his amacıma ulaşmış olmanın haklı gururu mudur yoksa kendimi aileden başlayarak topluma kanıtlamış olmanın hazzı mı bilmek güç. Her şeyden biraz belki. Ortaya karışık.  Ben küçük şehirde yapamayıp hayatı aramaya çıktım, babam büyük şehirden korkup beni ona emanet edip ertesi gün geri döndü. Şimdi ben dönmeye korkuyorum o bana gelmeye ya da gel demeye. Ben yaşadıklarımı satır aralarına girmeden “ iyiyim”lerle onlara aktarıyorum, onlar özlem dolu seslerinde tüm dertlerini “ sen iyi ol da biz zaten iyiyiz”lere saklayarak bana anlatıyorlar.
            Her seferinde annemi biraz daha yaşlı, babamı biraz daha yorgun buluyorum. Onlar her gidişimde beni biraz daha büyümüş uğurluyorlar.  İki farklı hayatı birkaç günde olsa bir evin içine sığdırıyoruz hepimiz. En güzel çayı o zaman içip, en gerçek sohbetleri o zaman ediyorum biriyle. Seni gerçekten dinleyen birilerinin varlığı oluyor belki de beni bu günlerde mest eden. Anlatacak şeylerin değeri de aldığım öğütlerin önemi de bir başka oluyor hem. Gençlikteki büyük adam işi siyaset laflarım ya da insanlığı anlamaya yönelik çoğu dürtüsel laflarımın fanatikliği benimle olmuyor.  Gelecek telaşı, ekmek kavgasının en çıplak halini evde buluyorum. Benim dertlerim küçüldükçe küçülüyor o zaman. Anlıyorum ki boş lafların peşinde zaman öldürüyorum… Sevgiye dair tüm güzellikleri de şu evde görüyorum duyguya olan inancı artıyor insanın. Bizim ürettiğimiz tüm ayrılık bahanelerinin ikisi arasındaki sevginin temel taşları olduğunu görüyorum. Biz modern dünya çocukları olarak ne kadar dokunmaya ve yaşamaya korkuyorsak, onlar bizim yaşlarımızda edindikleri hakiki korkulara tutunup, birbirlerinden güç alarak büyümüşler bu güne gelmişler el ele.
            Bunları bulacağımı bildiğim için her seferinde ziyaretlerim daha bir anlam kazanıyor. Her seferinde “ iş, iş, iş “ ve ama ile biten bir bahaneyle ertelediğim her şeyin pişmanlığı sızlatıyor içimi.
            Ben bunları düşünürken otobüs 20 dakikalık ihtiyaç molası anonsuyla ara duraklardan birine yanaşıyor. Telefonum çalıyor. Babam. “ neredesiniz” diyor. “ az kaldı” diyorum. Değişmeyecek şeylerden biri de bu. Her yola çıktığımda babamın beni sık sık arayıp gideceğim yere sağ salim varıp varmadığımı kontrol etmesi. Kızıp geliyoruz işte ne gerek var hep aramana diye içimden söylensem de bir yanım bundan hoşnut oluyor biliyorum. Ve haklı onu da biliyorum.
            Sigaram da mola süresi de henüz bitmemişken biri gelip ateş istedi. “ eyvallah” deyip yaktığım sigarasıyla uzaklaştı. Bu küçük yerlerde büyük terminallerdeki herkesin kendi telaşında kaybolup gittiği hava yok. Bir sokak gibi yaşayan ve birbirine el uzatan insanların havası var daha çok.  Büyüklük seni yutuyor ve ancak küçüklüğe doğru yola çıkarken seni kusuyorken şehirden seni, küçüklük seni kollarını açmış bekliyor ve uğurlarken de ardından bir su döküveriyor.
            Yerime geçiyorum artık. Meraklı bir amca ya da sevgilisine giden bir gencin heyecanlı sohbetinden uzak, tek kişilik koltuğuma oturdum. Ağır ağır otobüs hareket etmeye başlarken ne zamandır okumaya zaman ayıramadığım bir kitabı okumaya devam ediyorum. Yoldayken kitap okumayı özellikle de öykünün yollarda geçip kahramanının bir yolculukta olduğu kitapları okumayı seviyorum. Sanki bir anda o kahraman ben oluyorum da o yolculuğu ben yapıyorum gibi bir hava oluyor. Hem kaç saatlik olursa olsun her yolculukta esasında kendi içimizde gezinmeye fırsat bulmuş oluyoruz.  Telefonu kapatıp, zihnimizi kendi sesimize açarak başkalarının hayatlarına imrenmeye ayırdığımız tüm o dakikaları kendimize çeki düzen vermeye ayırabiliriz belki.
            Şuan ki tüm imkânlar bir zamanlar imkânsızdı. Bunları mümkün kılmak adına insanlık bu kadar gelişim gösterdi. Ama insanın içine, aklına dair gelişimi ancak yine insanın kendisi sağlayabiliyor. Bir kitabı zihnimize kazıyamıyoruz, bir görüşü dinlemeden anlayamıyoruz. Kendimizi ancak kendimizle geliştirebiliriz. Böyle olunca da varolma kavgasının ortasında bu tarz ufak molalar kendim için iyi oluyor. Hem yolculuk hem aile evindeki o gerçekten yaşadığımı hissettiğim anlar bana varolduğumu köle olmadığımı robot olmadığımı kavrama dönemim oluyor. Arayıp da bulamadığımı sandığım o vakti bana mümkün kılıyor.
            Muavinin dürtmesiyle irkiliyorum. Elimdeki kitap yere düşüyor. Bilincim ne olduğunu anlamadan, kulağım “ abi geldik” lafını algılıyor. Camdan bakıyorum. Memleketimin gökyüzü. Tanıdık bir yer görmenin sevinciyle ayılıyorum. Gelmişiz. Değerli değersiz tüm dağınıklığımı çantama koyuyorum. Kitabı koltuğun cebine koyuyorum. Belki bir başka hayata yaşadığını anlaması için rehber olur diye. Babam tüm o içten gülüşüyle karşılıyor beni. Gülüşündeki özlem ve samimiyete yalnızca birkaç kırışıklık karışmış o kadar. “hoş geldin” deyip sarılıyoruz. “hoşbuldum baba” diyorum onun emek kokan kokusunu içime çekerken. 7 ila 25 yaşlarında bir sürü çocuğun görüntüsü beliriyor hafızamda kokuyla birlikte. Gerçek sevginin ne olduğunu anlamış bu çocuklar, bana bu sevgiye sahip çıkmamı öğütleyen gözlerle bakıyorlar. “yine mi bavul getirmedin” diyor babam. Ömrümü sırt çantama doldurup yaşamama hala alışamadığından. Alışılmamışlığa ama bir şey de diyemeyişine ait bir “neyse” diyerek sırtımı sıvazlıyor.
            “ Haydi, atla bakalım. Annen çok özledi gözü yolda kalmıştır. Gidelim artık” diyor motosiklete binerken.
            “Aç mısın” diye sordu galiba. Motorun boğulan sesinde kayboldu cümlesi. Gülümsüyorum. Aynadan görüyorum o da gülümsüyor.
            Tüm telaşın ortasında her şeye rağmen yaşadığımı anlayıp derin bir nefes alıyorum. Babama sımsıkı tutunuyorum yüzümü yalayan rüzgâra karşı hızlanmaya başladığımızda.
ŞABAN SARI 2.11.2016


20 Ekim 2016 Perşembe

KAPININ DIŞI

KAPININ DIŞI
                Kahve içebilmek için suyu, istediğin kitabı okumak için kargoyu, gezmek için tatili, sevmek için doğru zamanı bekliyoruz. İstisnasız hepimiz her an bir beklenti içerisindeyiz. Beklemek... Hayatın tamamını kaplayacak kadar büyük puntolarla içimde yer alan bu bekleme duygusuna ait tüm zamanım. En kötüsü beklediğimin ne olduğunu bilmeden; eşkali belirsiz bir heyecanı beklemeye ait oluşum. Bazen benim yerim burası, bu boşlukta beklemeye alışmalıyım diyerek oturmaya kalkıyorum, bazense aniden bağırarak, bir çığlıkla bu boşluğu dolduracak parçayı aramaya çıkmak istiyorum.
            Nereye gidebileceğini sanıyorsun Ümit Bey. Sen şu koltuktan kalkıp mutfağa gidemeyecek kadr tembelsin. Ayrıca mutfağa kahve koymaya diye gidip geri geldiğinde canım çay içmek istedi diyerek sırıtacak kadar da kararsızsın.
            Haklı. Aklımdaki radikal kararlara bir beden, bir neden bulana kadar onlar birer lamba gibi çoktan yanmış ve sönmüş olurken benim kararım farklı bir renge çoktan kaymış oluyor. Kendi içimdeki tartışmalardan başlayarak her şeye muhalif bir kibirle yaklaştığım halde hiç biri için bir çözüm önerim de yok. Durmadan eleştirdiğim toplumun küçük bir minyatürü değilim de neyim?
            Bırak şimdi ince mesajlarla kafa ütülemeyi. Kendindeki sorunlara cevap buldun da kapının dışındakiler kaldı. Bu dairede iyice üstüne sinen yalnızlık kokusuyla yaşamaya tutuldun. Gerçek biriyle konuşmayı unuttun, en son ne zaman biriyle gerçekten konuştuğunu da hatırlamayacak kadar zaman geçti üstünden...
            Gerçek bir yaşamın nasıl bir his olduğunu unutmuş olabilirim. Yalnız bunu ben mi seçmiştim yoksa beni bu odaya ötekiler mi kapatmışlardı? Ben her elimi uzattıımda kalın bir yalanla elime vurulmadı mı? Ben her yüzümü güneşin sıcaklığı diye ışığa döndüğümde yüzüm sahte bir gülüşle gölgelenmedi mi? Her seferinde en güzel kelimeleri doldurup cebime, en güzel hikayelerimi giyinip üzerime hevesle kapıya yöneldğimde aynı şey olmadı mı? Aralık sandığım tüm davetkar kapıların korkuya boyalı bir düş olduğunu görmedim mi? Şimdi kalkıp bu rüyadan senin gerçek diye çağırdığın o kapıya doğru yeniden yürüme gücünü nasıl bulacağım. Hislerim yatağa düşmüş bir yaşlı gibi öyle hüzünlü bakıyorken bir yandan da ölsem de kurtulsam diyor, duyuyor musun acaba... ben nasıl gerçekten yaşayacağımı öğrenemedim bir türlü, neden?
            Çünkü hala kendini çok önemsiyorsun. Bu kibre bulanmış çok bilmişliğin yaşamının ağzına sıçıyor, farkında bile değilsn. Her kapı çaldığında ölüm gelmiş gibi saklanıyorsun koltuk altlarına. Bırakmıyorsun üzerindeki tozu silkelesin meltemler, izin vermiyorsun sımsıkı kapalı perdeleri açsınlar. Hem fena mı olur evde bir neşe dolaşıp  “ haydi kalk artık tembel herif “diye takılsa sana. Ama sen yummuşsun gözlerini ötekiye, bir ben diyorsun en çok ben. Ya sen diye sormaktan acizken hep seni sorsunlar istiyorsun en bencil haliden. Hiç öyle başını duvarlara çevirme Ümit efendi! Cevapların ölülerin bakışlarında değil, yaşayanların sıcaklığında. Kaybettiğin tüm o yüzler inan artık seni duyamaz. Korkuyorsun Ümit, korkmam diyerek saydığın ne varsa korkuyorsun, en çok da kendinden!
            Hangimizin yok korkuları hah? Tercübelerimiz aslında korkularımız oldu. Z raporunu alıp bilinçaltına bıraktığımız her gün korkularımız çoğalıyor. Büyümenin korkusu, sokakta ansızın saçma bir yüzden ölebilme korkusu, sevgi korkusu, sevgiliyi öpme korkusu, geleceğin korkusu, kendini arama korkusu... uzayıp giden bu listenin hep en tepesinde de kendi adımı görüyorum hem kendi hem öbür yaşamların sayfalarında.  Beni koca bir korku olarak  sayıyor bu dünya.  Kendi sınırlarının dışındaki herkesi korku listesine koyuyor, en  çok da  beni.  Bireyselleşirken bencilleşilmiş bir gelişimin son halkasındayız sanki ve herkes kendine sorulsun istiyor korkular. Kimse ya sen demiyor, kendine anlatmak için sıra gelmez diye. Acılarının sebebini söylemeye gelmiyor, çünkü tam oradan esiyor yalnızlığı yeni insanların... kabuğumuzda hiç bir his kalmamış ve tüm kapılar kapalı. Kapıları kapatmak yeni bir intihar yöntemi buralarda. Hiç bir intiharın şahitsiz olmayacağını bildiğimizden ötürü de kapım çalınıyor – müsaitseniz sizden bir fincan ömür alıp onunla birlikte ölme niyetimiz var. Bunu diyenlerin canı ne kıymetli. Benim kalbime sıkıp, kurşun hep onların fikirleri sadece yaralı. Ben eksik kalırken her seferinde sahi onlara n’oluyor? Ölümden sonrasını yazamıyorum çünkü.
            Gece mi bizi bu kadar soğutan herkesten, önce kendimizden, yoksa gerçekten tahammülsüzleştik mi? Kelimeler mi sığ artık yoksa yapılandırılmış iyi bir diyalog yaşanmıyor mu? Korkuyorsun ey kapının arkasındaki gölge. Biliyorum. Bildiğimi bildiğini de biliyorum. Öyleyse ne bu korku bu ölme arzusu. Hiç sordun mu hem boşluğuma bakarak “ sen hiç korkuyor musun “ diye. Sorsan cevap olarak hep şu yankıyı duyardın : korkma ben varım, yalnız değiliz. Bir şeyin ışığı yakması, bizi uyandırması gerek. Anladın mı!
            Bağırma ulan! Herkesin haklı olduğu modern dünyayı da artık kabul et ve sesini alçalt. Ya kapını hep açık tutmaya ya da kapalı kapılar ardında kalmayı öğrenmeye bak. Dünya da elimizdekiler de bu kadar. İnsanız hepimiz, ötemiz yok. Her aklına geleni suçlayarak bir yere gittiğini sanma. Karaktersizliğin her ucu hepimize değiyor ve yanıyoruz. Söndür artık nefretini. Önce kendini dindir.
            Gene haklı. Kendimle anlaşıp kucaklaşırsam ancak masaya oturabiliriz.  İstekler dökülür eteklerden, hayat onayına sunulur ortak bir anlaşmaya imza atılmış kaderimiz. Bir hatıra olabilirim sonunda, gerçekten yaşanmış.
            Artık pencereden bir nefes almanın vakti geldi anlıyor musun.....
            Kaynadığını haber veren su aklımdaki konuşmaları dağıttı. Yarım kaldı sesi.  Bir kahve içtikten sonra kapının dışına çıkarım artık. Vakti geldi.
            Mutfağa giderken açık pencereden gözüken biraz gökyüzüne gözüm kayıyor. Her şeyi şu mavilikte bir gün ölmek için yaşıyoruz. Anlıyorum...


 ŞABAN SARI



29 Mayıs 2016 Pazar

GELECEK SIKINTISI

Gelecek Sıkıntısı
                Tavana konmuş sinekle bakışıyorum gözümü açtığımdan beri. Bankadan gelen telefona uyanmış, söverek telefonu kapattıktan sonra da sinekle birlikte yerimden kalkmaya bir güç bekliyordum. Bir kez uyandıktan sonra uyuyamıyordum ama kalkacak gücü de bulamıyordum. Saat sabah 10 falan. Bir fabrikadaki işçinin uykusu daha açılmamış, bir ofiste ilk kahveler henüz içiliyor, bir öğretmen 3. Dersten itibaren sesini kısmayı başarmış ve belki de sanayide bir çocuk yanlış getirdiği anahtar yüzünden günün ilk küfrünü işitmekteydi.
                Ben de uzanmış yataktan kalkacak bir amaç bir neden arıyordum fakat aradığım hiçbir şey gibi bunu da bulamıyordum. Ben de bazı okulları bitirdim, bazı hobilerim vardı ancak bir şeyler yapma yeteneğimi kaybetmiş gibiyim birkaç aydır. 23 yaşında öldüm ve aylardır gömülmeyi bekler gibiyim.
                Birkaç ay önce, bir gece çok içmiş evin yolunu zor bulmuşken bir çocuk yolumu kesti. “ üşüyorum, açım abi. Para ver” dedi. O kafayla nasıl düşündüğümü hatırlamıyorum ama çocuğa cebimdeki tüm parayı verecek kadar cömerttim galiba. Onun o anlık mutluluğu sanki yıllardır bende kapalı olan bir perdeyi çekerek içime bir şeyler doldurmuştu. Tüm büyük sayılabilecek insan var varlıklara olan nefretim de bunlardan biri sayılabilirdi. Sonuçta oyun oynaması gereken yaşlarda sokakta açlığı, soğuğu öğrenmiş bir çocuk suçlu değildi. Vicdansız büyükler suçlanmalıydı.
                Ayıkken ağlayabilen bir insan değildim fakat sarhoşken her şey gibi ağlamak mantıklı gelmiş ancak çocuğun bu haline ağlayarak tepki gösterebilmiştim. Eve vardığımda olduğum gibi yatağa yığılmıştım…
                Ertesi sabah devasa bir baş ağrısıyla uyandım. Çalıştığım yeri arayarak hasta olduğumu söyledim. Görünürde tabiki de hasta falan değildim fakat ruhum inanılmaz bitkin görünüyordu. Göğsüme oturmuş bir ağırlık beni yatağa bağlıyor, göz kapaklarımı çekiştiren bir güç beni karanlığa çekiyordu. Klinik tedavilerde buna depresyon, melankoli gibi terminolojik afili teşhisler verilebilir. Adı verilmemiş her durum insanlığın en büyük korkusu çünkü, evet. Ben içimdeki bu yeni hissiyse şöyle tarif ederdim; sessiz geceyi yırtan bir patlama sesinden sonra evlerdeki o çaresiz panik-korku arası bekleyiş gibi bir durum. İçimde kimse ölmedi henüz fakat eminim ki bir şeyler eksikti.
                Yataktan bin bir güçlükle kalkıyor, kendimi hemen duşa bırakıyorum. En sıcak ayarda etim yanarken, içim üşüyordu. Su sanki yıllarımın kirli hatıralarını temizleyebilirmiş gibi kaşıyordum kalbimi. Duştan sonra içtiğim kahve tadını alamıyordum. Boğazımdan geçen her şey organik cinayet tadındaydı. Anlatılamaz bir bıkkınlığın tam ortasında çaresiz ve yapayalnızdım.
                Ertesi gün, sonraki gün derken haftalar geçti. Birkaç ay bile geçti ancak içimdeki bu bıkkınlık sıkıntıya dönüştü ve bu oluşan sıkıntı olduğu gibi içimde kaldı. Her şeyden elimi eteğimi çektim. Önce işimi bıraktım. Hiçbir zaman sevmediğim bir işti.  Yükselmek ve biraz fazla para için insanlığın ne kadar alçaldığını görmekten, yüzüme gülüp ardımdan atıp tutan riyakar arkadaşlardan ve hiçbir şeyden anlamayan müşterilerden bıkmıştım. Ne zamandır düşündüğüm ancak daima ertelenecek bir sebep bulduğum bu fikri, hazır ölümüne sıkılmışken yapamasaydım bir daha yapamazdım.
                Sonra telefon numaramı değiştirdim. İyi olup olmadığımı gerçekten merak etmeden yalnızca ihtiyaçlar söz konusu olduğunda arayan ya da hiç aramayan herkese öfkeliydim. Yeni numaramı da yalnızca kız kardeşime verdim. Hayatta güvenebileceğim beni gerçekten düşünen bir tek o vardı çünkü. Ben de onun her şeyiydim. Bu kısım uzun bir aile dramı hiç girip de sizin acınası bakışlarınıza maruz kalmak istemiyorum. Sıkıntım bana yeter.
                İşsiz ve telefonsuz kalınca yatağıma daha da bağlandım. Market işlerini de kapıcıya havale ettikten sonra ev benim bedenim oldu ruhumu tecritte tuttuğum.  24 saatin 24 ü de artık benimdi.
                Oley. Oradan bakınca hayal ettiğiniz hayata kavuşmuş gibi görüyorum. Ancak o işler öyle olmuyor işte.
                Mecburiyet bazen insanın motivasyonudur. Artık istemediğim hiçbir eylemi yapma mecburiyetinde değildim. Biraz rahatlar gibi oldum üstelik böyle olunca. Ruhuma temiz hava geldi sanki. Önce not ala ala uzun listeler haline gelmiş, bir türlü vakit bulup da izleyemediğim tüm filmleri izledim. Okumak istediğim her kitabı ağır ağır sindire sindire okudum. Bunlar üzerine düşündüm. Kendimi aramak gibi bir şeydi. Sonra çokça spor azıcık meditasyon yaptım. Kendimi dinlemek, keşfetmek gibi bir şeydi. Son ses müzik eşliğinde dans ettim, yeni yemekler yaptım. Kendimi kendime tanıtmak gibi bir şeydi.
                Can sıkıntısı tam gitti, harika bir hayatın perdesi açıldı , artık kendimi doğaya bırakacağım dediğim ve kamp için her şeyin hazır olduğu akşam aklıma o çocuk geldi. Oturdum kocaman bir şişe şarap eşliğinde kendimden başlayarak tekrar her şeyi sorgulamaya ve düşündükçe o kendime dair yaptığım her şeyin yerini koca sıkıntı yeniden almaya başladı.
                Hayat kimseye adil değil evet biliyoruz. Çocukların en azından bir şansı olmalıydı.  Çocuklar oyun oynamalı ve kendilerini yaşam kavgası içinde hemen bulmamalılardı. Bu benim varlığımı dağıtan bir etkiydi demek ki yeniden sıkılacak kadar boş vakte sahiptim . isyanım var ulan diyemeyip, yanlışa göz göre göre engel olamamaktı belki de beni sıkan, kabuğumu sıkıştırıp elimi eteğimi yaşam denilen karmaşadan çektirerek beni bir çığlık gibi kullanan bu can sıkıntısı o günden bu güne benimle birlikte geldi.
                İşte sinekle bakışacak kadar yatağa düşüşümün öyküsü. Özendiğiniz hayat üçüncü günden sonra eziyetiniz olabiliyor. Ne istediğinize dikkat edin. Arzuladığınız boş vakte aniden sahip olmak sizi daha hızlı öldürmeye yetebilir. Ben asla ölmüyordum bundan emindim, yalnızca sıkılıyorum. Konuşacak bir kedim bile yoktu ki sıra konuşacak bir insana gelsin. Ve bu suskunluk sıkıntıya sıkıntı ekliyor. Boşaltılmamış bir düşünce yığını haline geliyor kafamın içi. Yapacak bir iş de kalmadığı için bedenim de kendini sıkıntının koynuna bıraktı. En sevdiğiniz, yapmak için en küçük bir fırsatı kolladığınız her türlü etkinlik bir yerden sonra sıkıcı geliyor, en kötüsü bu işte.  Sıradanlaşan her şey beni öldürebilir gibi.
                En acısı daha az sıkılmak için  daha çok yatakta kalmaya çalışıp, uyumak için direnmekti. Uykumu bir afyon gibi kullanıyorum. Günün cebinden birkaç saat daha yaşam çalacak vakti kolluyorum.
                Bugün uyandığımda sanki kendime sonunda bir amaç bulmuştum. Bu amaç yaşama amacıydı. Kaliteli yaşamak için gereken gücü kendime bir anda aşılamış gibiydim. İçimdeki bu can sıkıntısını bir kuluçka dönemi gibi kullanarak kabuğumu kırıp yepyeni bir ben olarak uyanmış birden yataktan fırlamıştım. Sıkıcı gelen her sabah aktivitesi daha bir başka pencereden gözüküyordu gözüme.  Artık kendimin iplerini elime alma zamanı!  Bu can sıkıntısı da sıkmıştı zaten.  Hiç olmadığım kadar kendim olarak yeniden döndüm. Göründüğüm gibi değildim ama olduğum gibi de değildim. Yeniydim. Başkaydım.
                Önce evin temizliğini hallettim. Her şeyin her yerde olan halini düzelttim. Masalardaki kitapları defterleri güzelce dizdim. Sonra kız kardeşimi arayarak akşama beni dışarı çıkarmasını istedim. Can sıkıntısının gidişi kutlamamı kimle yapacaktım başka? Aradığımda heyecanlandı aylar sonra abisi bir şey istemişti ondan çünkü. Gerçekten bahane sayılamayacak bir işi olduğu için kabul edemedi başka bir zamana erteledi bu kutlamayı. Aklıma birkaç isim geldi fakat aynı sıkıcı diyalogları duymamak için onları hemen unuttum. Bu can sıkıntısına bir gün daha dayanamazdım, kutlamayı ben kendim tek başıma yapacağım. Hemen hazırlandım.
                Akşam çökmüş. Gece avlanan hayvanlar gibi insanlarda evlerinden birer ikişer çıkıp kendilerini mekanlara bırakıyorlardı. Aylar sonra ilk kez gökyüzü altında betonsuz çıplaklık içinde yürümek başımı döndürüyor. Sokaklarda insanları izleyerek yürüyorum.
                Hiç bilmediğim bir mekana gitmek istiyorum. Yeniliğimi yeni bir yerde taçlandırmak, kutsamak gayesindeyim.  Gözlerim mekanları tarıyor, beni çağıran bir işaret arıyorum.
                Bir süre dolaşıyorum. Bir an durdum ve yıldızlara bakmak için başımı kaldırdım. Bu açıdan çok görünmeselerde gözüme bir tabela çarptı. Önümdeki binanın en tepesinde bir mekân vardı. Kaç kez buradan geçmeme rağmen ilk kez dikkatimi çekmişti. Bu bir işaret olmalıydı. Yıldızların rehberliğinde mekana doğru yürümeye başladım.
                Adını anmadan hiç direk mekana giriyorum. İnsanların yüzlerindeki acılara şahit olmaması için loş bir ışıklandırma tercih edilen  ortam, daha çok ahşap öğelerle de desteklenerek otantik bir hava yaratılmış. 10-15 masa var ve çoğu boş.  Çiftli tekli masalarda herkes kendince bir yaşamın içinde.  Ben de terastan şehri gören boş bir masaya oturuyorum. Garsona bir bira ve biraz çerez söylüyorum.
                İnsan kendiyle evde baş başa otururken mutlu olabilecek konuşmalar bulabiliyor fakat insan içinde bu bir hayli delilik.  Etrafımdaki yalnız, çift herkes olmadığı ama sırf birilerine kendini beğendirecek vasıflara sahipmiş gibi bir durumda. Bense yalnızlığımın ve kaybolan sıkıntımın tadını ağzımda bozuk bir gülümsemeyle süslüyorum. Biraz konuşmak, bir kez sevişmek, tamamen tanışmadan yaşamak için insanlar ne hallere giriyor buna gülüyorum.  Onca anlamsız kişiliksiz hareket hep yalnızlık korkusu. Beğenilmeme üzüntüsü ve sıkılganlık dürtüsü. Yazık. Hepimize çok yazık.  Herkesin kendince haklı olduğu bir dünyada yaşamak bir hayli zorlaştı doğrusu.  Herkes her şeyden biraz. Tam olan hiçbir ilişki, hayat , merak kalmadı. Hiç vaktimiz yokmuş gibi dar alanda her meraka koşmaya çalışıyoruz. Eziyoruz bazılarını, kalpler kırıyoruz ve farkında bile değiliz. Durup kimsenin ince hikayeleri dinlemeye vakti yok, yok çünkü kendimizi bile dinlemekten anlamaktan aciziz. Her durumla kavgalıyız. Her şey öfkeli.  Bunları düşünürken biram geliyor, düşüncem dağılıyor.
                Hiç tanımadığım bir mekanda yeni bir adam gibi otururken mutluluğun damarlarımda yavaş yavaş çözüldüğünü görüyorum. Alkolün yetkisiyle sıkıntı yerini umuda bırakmaya başlıyor. Sığınacak tek yerim şuan hiç tanımadığım bir mekanda aşina olmadığım, yargılanmadığım insanlarla birlikte bir kaderi yaşıyor olmak.
                Ben tüm bu birkaç ayın özetini kendi kendime çıkartıp, dersimi alırken kendime borçlu çıkıyorum. Hesabı görmeye çalışırken karşı masama bir kadın oturdu.
                Göreceli bir güzellik anlayışında bile güzel sayılabilir. Düz saçları küçük yüzünü biraz daha küçülterek masumane bir hava katmış ona. Alnındaki yazılı hikayeleri saklamak ister gibi bıraktığı perçemi de ayrı bir seksapellik katmış ona. Her anlamda alımlı olan bu kadın, kendinin de farkındaydı. Merak ettiğim teninin rengi değil, ruhundaki hikayelerdi. Hemen hemen tüm tenlerin tadı aynı fakat hiçbir ruhun öyküsü benzer bile değil. Kocaman gözlerinden bu kadında yarım kalmış ama biten bir hikayenin görüntüsünü görebiliyorum.  Fakat bu ona sanki yaşam vermişti tıpkı sıkıntının bana verdiği gibi ve o da bir kutlama yapıyor gibi umutla garsonu arıyordu.  Kollarındaki dövmeler masaya bir kitap gibi uzanmış açılıp okunmayı bekliyor gibi…. Ah nereden çıktı bu kadın şimdi.
                Bir an dalgınlaştı. Çevreye karşı da ilgisizdi. Önceden olsa asla birine bu kadar uzun bakıp, onun hakkında düşünmez, gözlerimi kaçırır, utanırdım. Fakat utancımı da sıkıntının kollarına asmıştım.
                Tanımadığım bir kadını tanıma merakı içimde yeniden tanımlanmaya müsait bir his uyandırıyordu. Biramdan bir yudum daha aldım o an o da başını ağır çekim bir sahneyi izler gibi kaldırdı ve göz göze geldik.
                Gülümsedi mi bana mı öyle geldi hiç emin değilim. Fakat kesinlikle bu yarına aktarılmayacak bir sıkıntının sonu ve yeni bir geleceğin başlangıcıydı, yemin ederim.


 ŞABAN SARI 
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...