TESADÜF İNSANLARI
-Bir kez yelkenimiz yırtıldı
diye, yeniden denize açılmayacak değiliz.
Geceyi taşıyan
sarhoş yüzlerimizdeki yorgunluğun oluşturduğu sessizliği bu cümleyle bozdum.
Kendi kendime dalıp gittiğim derin düşüncelerden çıkardığım bu lafla bir süre
sessizliğine hareketsizlik de ekledi. Alkolün karıncalandırdığı kafalarda
yankılanan bu cümleyle hep birlikte kendince düşüncelere daldık.
-Haklısın be abi, diyen Metin’in
sesiyle hepimiz yeniden zamana geri döndük. Metin tüm uyuşukluğa rağmen bunu çok
sakin söylemişti. Hepimiz onu bakışlarımızla daha fazla açıklama yapması
konusunda baskı altına almıştık.
-Tabi öyle. Bir düşünsenize bizi bu masada buluşturan sebepler her ne
olursa olsun yılmadan girdiğimiz yollar değilse nedir? Eğer ilk kaybedişimizde
oturup “ben oynamıyorum hayat” diye pes etseydik, gelişine bir yaşam sürerek
hayatın sunduklarıyla yetinseydik hangimiz şuan burada oturuyor olurdu? Bırakın
burada oturmayı hangimiz şuan olduğu insan olurdu?
Metin
cümlelerini tamamladıktan sonra kafası karışmış bakışlarla herkes önce
birbirine baktı. Masada Metin ve benden başka bir de Aylin, Fatma ve Halil
vardı.
-Ne yani şimdi bizim burada
olmamızın sebebi kaybedişlerimiz mi? Diye sordu Fatma.
-olabilir bunu bilemeyiz. diye
cevapladım.
-bazen öyle olur bilirsiniz. Bir
karar verir ve o kararın gösterdiği yolda ilerlemeye başlarız. Yolun sonunu
bilemediğimiz gibi yolda karşımıza nelerin çıkacağından da asla emin olamayız.
Geri de dönemeyiz artık. Kazandığımızı da kaybettiğimizi de o an anlayamıyoruz.
“Kazandım!” diye bitirdiğimiz her an sonra kaybedişe dönebiliyor. Yada tam
tersi olabiliyor. Bizi biz yapan bu hatıralar esnasında en ufak zorlukta
vazgeçseydik ve her şeyi çantamıza koyup yaşamaktan vazgeçseydik 5 kişiden kaçı
bu kavşakta şuan bu zamanı yaşıyor olurdu? Hayat sayısız mümkünatın
olasılıklarının gerçekleşmesi kadar. Bu saatte bizi bu hikayeye bağlayan tüm
kaybedişlerimize!
Kadehimi
masanın ortasında kaldırdım. Kelimelerimi akıl süzgecinden geçiren herkes
kadehini benim kadehimin yanında buluşturdu. Öpüşen bardakların çıkardığı sesi
bizim dublelerimizi bitirince masaya vurduğumuz sesler tamamladı.
Rakılar
tazelendi. Aylin yeni bir şarkı açıyor telefonundan. Mezelere batıp çıkan
çatallar kaşıklar ağızdaki anason tadını bastırıyor. Metin’in yaktığı sigarayı
gören Fatma da sigarasını uzatınca Metin onu da yakıyor. Halil peynirler
uğraşırken ben boşlukta düşüncelerimi izliyorum.
-Hayat çok garip lan. Yanında duracağımıza söz verdiğimiz kimse
şuan yanımızda değil, hararetle savunduğumuz hiç bir fikre şuan ilgi
duymuyoruz, geçmişten ve gelecekten hiç bir beklentimiz kalmamış. Biz bu devrin
afilli kaybedenleri olmuşuz, ağlayanımız yok. O zaman bu gece hepimiz en
fiyakalı kaybedişimizden bahsedelim de bizi burada buluşturan tesadüfler
zincirinin en azından birer halkasını daha dostluğumuzun tarihçesine yazalım.
Masadaki
sessizliği yelleyip küllenen sohbete biraz odunla gitmiş olabilirim şuan.
Benzer hayatlardan sonra hepimizin birbiriyle tanışma hikayesi biraz garip
aslında. Bu tanışma hikayelerinden bile ayrı birer rakı sofrası muhabbeti olur.
Başta birbirinden hiç hazetmeyip şimdi sırdaş olanlarımız, başta ilkgörüşte
aşkla içinde tuttuğu duyguları hiç açamadan daha iyi arkadaş olacağına inanıp
dost olanlarımız, iş arkadaşları, üniversiteden tanıdıklar... Hepimiz
birbirimize hayatın tesadüf iplikleriyle bağlıydık. Aramızdaki en yeni üyenin
bile bizimle olması süresi 5 yıldan az değildi. Tesadüften bir ağın içinde
sımsıkı birbirimize bağlıydık. Hepimiz az çok birbirimizin hikayesini
biliyorduk ama belki bu sofraya özel bir anı çıkar, rakı masasında konuşulanın
rakı masasında kalma ilkesine güvenip içindeki ağırlığı masaya pay edecek biri
çıkar diye ve biraz da sessizlikten hazetmediğimden sormuştum bu soruyu...
Herkes kendi
hayat hikayesinin içinde kaybolmuş. Kaybedişlerinin fragmanlarını gözden
geçiriyordu. Anlatmaya değer bir hikaye arıyordu. Oysa aklımıza ilk gelen bizi
en çok üzen ve en fiyakalı kaybedişimizdir, her zaman.
-Bir kadın vardı. diye
düşüncelerimizi bölüyor Halil.
-Düşünüyorum da 6-7 sene geçmiş
üstünden ama hala aklıma ilk gelen kaybedişim bu. Güzel kaybetmiştim be! Diyerek
gülüşünü rakıyla besliyor.
-üniversitenin ne olduğunu
öğrendiğimiz yıllar... Küçük şehirden büyük şehre gelmiş çocuk korkusunu
üzerimden gitmiş, ilişkilere dair kendime dair yeni keşiflerim tamamlanmış
artık ilişkileri geliştirmeye yönelmiş, freni boşalmış kamyon gibi o duygudan o
duyguya atladığım zamanların yerini biraz daha sakin ne istediğini bilen bir
ben almış gibiydi. En azından o zamanlar aynaya baktığımda gördüğüm Halil
buydu. Yoksa beni bilirsiniz hala şu hayatta ne bok yediğimi ben de bilmiyorum.
-Hayatta tutkuyla bağlı olup
sıkılmadan yapabildiğim nadir uğraşlarımdan
birisinin kitaplar olduğunu bilmeyeniniz yok.
Haklıydı.
Aramızda en çok o okur, sohbetlerde şu yazar da bunu demiş bu da şunu söylemiş
diye muhabbetimize çeşit katar, hepimize okumamız gereken kitapları
tavsiyelerde bulunurdu. İçinde deli dolu olan ama dışarıdan baktığınızda kendi
halinde olan biriydi Halil. Küçük çaplı bir şirketin muhasebe işlerini yürüten
orta sınıf bir vatandaş işte.
-Devlet kredisinin tükendiği
benim kitap krizimin tuttuğu günlerdi. Bir kaç defadır adını duyduğum bir
kitabı okumayı kafaya koymuşum. Normalde kitaplığımda isteyeceğim bir kitap ama
parasız olduğum için ay sonlarında gittiğim okulun kütüphanesine gittim.
Bilgisayarlardan kitabın rafını belirleyip üst katlara doğru çıktım. Kitap
yerinde yoktu. Görevliye sordum, kitabın henüz iade edilmediğini söyledi. Yarın
iade günüymüş. İyi deyip bir başka kitap alıp kütüphaneden ayrıldım.
Ertesi gün takıntımın peşinden
kütüphaye erkenden gittim. Danışmadaki koltuklardan birinde oturup dün aldığım
kitabı okurken bir yandan da kapıdan girenleri gözetliyorum. Amacım kitabı alıp
biraz olsun rahatlamak. Bir saaate yakın oturmuştum. Tam kalkıp gidecekken
içeri bir kadın girdi. Kahve gözleriyle
etrafı süzen ve süzdüğü yerlerde sarı saçlarıyla dalgalı bir hava bırakan bir
kadın. Sağ elinde tuttuğu kitabı tanıdım. Kitapları kapaklarından tanımak gibi
saçma bir becerim vardı. Kitabı bitirdikten sonra aydınlanmış bir huzurla
bankoya yürüdü ve kitabı iade etmek istediğini belirtti. Ben de hemen
arkasından gidip bankonun üzerinde duran kitabı aldım. Kadın şaşırdı. Durumu
açıkladım. Umursamaz bir “ anladım” dedi. O kitabı teslim edip kütüphaneden
ayrılırken ben hemen kitabı adıma kaydettirip arkasından çıktım. “ pardon bakar
mısınız” diye ardından seslendim. Sarı saçlarını savurarak deniz gözlerini bana
çevirdi. Cevap vermedi. Bir süredir bu kitap hakkında yorumlarla karşılaşıyorum
ve merak ettiğim bir kitap. Acaba vaktiniz var mı, bi yerlerde bir çay içerek konuşsak “ dedim.
-Tarihteki en klişe numara
diyerek Halil’i böldü Aylin. Siz erkekler başka bir yol bilmez misiniz?
Tanışmaya giden yol çaydan mı geçer acaba?
Halil aylin’e
sert bir bakış attı. Aylin cevabını aldı sanırım.
-Bir numara peşinde değildim.
Evet kadından etkilenmiştim ama ben şuan en büyük tutkum kitabı diğer tutkum
kadınlara tercih ediyorum. Okulun cafesinde bir masaya oturduk. Teklifimi kabul
etmesi bile beni mutlu etmeye yetmişti.
Sadık Hidayet’in Kör Baykuşu’na buradan minnet sunuyorum. Kitabın
içeriğinden, onda bıraktığı etkiden başlayarak ona dair başka bilgilerle
sohbetimiz durmaksızın ilerliyordu. Yaşıttık. O felsefe öğrencisiydi. Ailesiyle
yaşıyordu ve Ankara’yı çok seviyordu. Bana belli vakitlerde olan bazı sahafçı
toplantılarından ve yerlerinden, mezatlardan bahsetti. Kitaba dair bilgileri
sadece yazar eser eşleşmesinden ibaret değildi. Gözlerinin mavisinde bana ait
bir huy görüyor, ve içinde kayboluyordum. Hala en büyük heyecanlarım ortak bir
sevinçle sevdiğim yazarın kitabına dair yapabildiğim sohbetler oluyor. O
zamanlar instagram falan olmadığı için kitaplar yalnızca kahvelerin yanında
duran biblolar değillerdi. Şeyma da sadece merak ettiğim bir kitabı okumuş insanlardan
biriydi. En azından başta öyleydi.
Birinden telefon numarası istemez, hatta insanlarla iletişim konusunda
amaçlarımın dışında başarısız bile sayılabilirdim. O gün oradan sonra iki ayrı kaderin ortasında
vedalaşarak ayrı yönlere doğru gittik. Fakat o gün çok hızlı geçti, okul
bitti eve gittim. Mal gibi yatağa uzanıp
sesini, gülüşünü, saçlarının havasını ve geleceği düşündüm. İnandığım şeyler çok sınırlıydı ve aşk bunlar
arasında yoktu. Sevdiğim bir şeye ilgi
duyan birine karşı arzu. Evet tam olarak bu duyguyu şuan böyle açıklayabilirim.
Aylin yine bir
şey diyecek gibi oldu. Fakat Halil’in hatıralarının kapısı açılıp hızla dışarı
çıkan anılar onu susturdu.
-Sanırım o günden sonra okula her
gün acaba tekrar karşılaşabilecek miyiz umuduyla okula gittim. Kendime
kızıyordum nolsa alışkanlıklarımın dışına çıkarak azıcık yanlış anlaşılsaydım
da numarasını alsaydım. Yine de bir insanı yeterince düşünüp ve görmek istersem
karşılaşmak gibi garip bir becerim olduğu için hem etrafıma çok dikkatli
bakıyor hem de içimden kendimçe dualar ediyordum.
Her hatıranın acısı yeni bir
hatıra bulana kadar sürer. Yeterince süre geçince her acı her umut kaybolur
gider. Biz şeymayla artık yalnızca iki tesadüf insanıydık. İki üç ay geçmişti
üzerinden. Ben avare avare kampüste dolaşmaya, çimlerde kitap okumaya,
derslerde hiç bir zaman kullanmayacağım bilgileri öğrenmeye devam ediyordum.
Şeyma’nın hatırası eskisi kadar aklımda durmuyordu.
Kusura
bakmayın sizi de kendimle boğuyorum ama
yıllar sonra konuşmak ve unuttum sandığım şeylerin yerinde olduğunu bilmek
çenemi düşürdü.
Herkes sorun
yok dercesine kadehlerini kaldırdı. Herkesin buna benzer bir anısının da olduğu
aşikardı.
-Sonra noldu ?Diye sordum
-Sonra ne mi oldu. Sonra hiç bir
şey olmadı. 7 sene geçti. Bir keresinde yağmurlu bir günde okuldan çıkıp
dolmuşa binip eve gitmek için koşuyordum. Kaldırımda dolmuş bekleyen bir kadın
ve bir erkek vardı. Bir an gözlerim şeyma’yı görmüş gibiydi. Ama yetişmem
gereken dolmuş nedeniyle elindeki
şemsiyesinin üzerinden atlayıp dolmuşa bindim. Ardıma baktım ama emin olamadım.
Geçen 7 senedeki Şeyma’ya en yakın olduğum an o oldu. Soyadını bilmediğim için
onu hiç bulamadım. Bölümüne gidip de arayacak gücü kendimde bulamadım. Onun bu
kadar vazgeçilmez olduğunu hiç düşünmemiştim çünkü. Şimdi olsa bölümün önünde
yatardım. Ama artık çok geç...
Halil’in
gözleri loş ışıkta bile nemli bir şekilde parlıyordu.
Hiç birimiz ne
oldu diye sormaya cesaret edemiyorduk. O biraz kendini toplayınca devam etti:
-Geçen ayki patlamayı
biliyorsunuz. Görevden dönen özel harekat polislerinin servisinin geçişi
sırasında kendini patlatan canlı bomba nedeniyle 10 polis hayatını kaybetmişti
hani? 10 da sadece resmi bir rakam gerçeği daima büyüklerimiz bilecek.
-Diyarbakır’da olan mı?
-O gün Diyarbakırdı evet yarın
neresi olur kim bilir? Neyse çok haber okuyan biri olmasam da twitterda bir
resme denk gelmiştim. Bir insanı daima gözlerinden tanırım. Bakışlar asla
değişmezler. İçimde bir sıkışma olup acaba mı dedim? Fotoğrafta soyismi yazan
polis memurunun adını hemen sosyal medyada aradım. Ve evet karşımdaydı. 7
senedir karşılaşmayı bekledğim kadın artık yalnızca vesikalık bir fotoğraf ve
bir rakamdı. “vatan sağolsun”du. “şehitler ölmez vatan bölünmez” di. Ne olduğu bu savaşın kimin savaşı olduğu
sikimde bile değildi. İnsan insana bunu yapmazdı. Tüm düşünceler, ideolojiler ,
siyasiler , hiç bir ırk bunların hiç
biri bir insandan daha değerli olamazdı. Kaybedilebilir olarak görülecek hayat
değildi. Şeyma felsefeyi bitirmemişti. Halbuki ne kadar da severdi bölümünü.
İşsiz kalacağını bildiği için akademinin açtığı sınavlara girip polis olmuş be
abi. Sokayım böyle düzene ulan. Tesadüfen tanıştığım bir insanı yine tesadüfen
bulmuştum. Ve sonsuza dek büyük midelerin şişmesi uğruna kaybetmiştim.
Cenazesine gittim abi. Yıllardır
adını aklımda taşıdığım kadın için bunu yapabilirdim en azından. Kocatepe’de
Şeyma’nın sevenlerinden çok koruma ve koruma sayısının yarısından bile az takım elbiseli vardı. Milletimizin ölümlerin ardından yalnızca bir
fatiha kadar yas tutması, ses çıkarmaması ve bu insanların şovlarına izin
vermesi kadar öfkelendiğim çok az an hatırlıyorum. Tam o esnasa tabutun başında
minik bir kız çocuğu tabuta boş gözlerle bakıyordu. Ne olduğunun farkında
olduğundan bile şüpheliydim. Polis üniformalı biri gelip kıza sarıldı bir süre. Hıçkırıklarının sesi
bana kadar ulaşıyordu. “ Annem nerde baba” diye soran kız çocuğuna bir kez daha
sarıldı aynı adam. Şeymanın eşi ve çocuğuydu abi o tabutun başındakiler. En
azından bir süre hayatın en mutlu annesi ve eşi olduğunu bilmiş olmak içimi
rahatlatmıştı. Ama be abi şimdi o kıza kim kitabı sevdirecek gerçekleri
anlatacaktı. Şeyma niçin ölmüştü ve yarın aynı nedensizlikte babasıda
ölebilirdi. Usulsa herkesin arasından sıyrılarak üç adım ötelerine kadar
ulaştım. Hiç bir şey diyemedim. Bir kez eşiyle göz göze geldik, gözlerimi kaçırdım. İmam
hakkımızı helal edip etmediğimizi sorduğunda hepimiz helal ettik, peki ya o
bize hakkını helal ediyor muydu?
Ölümün bu kadar yakınımızda
yaşıyor olması çok canıma dokunuyor. Hepimiz tercihlerimizle buralara geldik,
tesadüfen tanıştık, kaynaştık adı her neyse bir şekilde ortak yaşamlarımızı
paylaşıyoruz. Ama ölüm, her an her yerde karşılaşabileceğimiz bir ölümü böyle
kim olduğu ne olduğu ne uğruna patladığı belli olmayan haybeden bir şekilde
kimse kabul etmemeli....
Herkes bu
kaybedişin üzerine uzun bir sessizliğe tekrar büründü. Kaybetmek yalnız aşılan
bir tecrübeydi. Hepimiz halil’in bu tecrübeyi tekrar unutması için ona
yeterince zaman ve rakı verdik. Ancak yırtılan yelkenle yeniden denize açılsak
bile yelkenimizde daima kocaman bir yama izi bize her şeyi hatırlatacaktır.
Tesadüfen
oturduğumuz şu masadaki herkes yarın yanımızda olmayabilir. Bunu bilerek
hepsine “iyi ki varsınız lan” diyerek kadehimi kaldırdım ve ortama son bir
noktayı koyduk içtiğimiz kederlerimizle.
Şaban SARI aralık16